Brugge Gezisi!
Lille'de Avrupa boyunca bir çok gezi düzenleyen organizasyonlar var. Onlardan biri de Brugge gezisiydi. Brugge hakkında ilk defa David'den bir şeyler duymuştum. İzlemek zorunda kaldığım bir filmle gelmişti. Ne yazık ki, filmi çok beğenmedim ama tüm hikaye Brugge'de geçiyordu ve şehir bana gerçekten güzel görünmüştü. Brugge, Belçika'da ama Lille'den arabayla sadece 1 saat mesafede. Dönem başladığından beri oraya gitmeyi istediğimi biliyordum ama kendi başıma hiç bir plan yapmamıştım. Sonra, ev arkadaşım Tanvi, facebook'da ESN (öğrenci kulübü) tarafından Brugge'e bir gezi düzenlendiğini görmüş. Sonuç olarak, oraya gittik!
İlk olarak, 2 ev arkadaşımızla (Tanvi, Alma) ve benim Çek ve Slovak arkadaşlarımla (Katarina, Lucia) birlikte gitmeye karar vermiştik. Sonrasında, başka arkadaşlarımızın da bize katılmasından çok mutlu olduk. -Juan, Torres ve Juliette, Gezi ücresti 15EUR'du ve gayet uygundu. Otobüsle yola sabah çıktık. Bunun bir avantajı bütün günün bize ait olması ve istediğimiz her şeyi yapabileceğimizdi. Dezavantajı ise, gelmeden önce hiç bir şey araştırmamıştık. Bu yüzden en yakın turist ofisine gittik, bir harita aldık ve herkese uyan bir plan yaptık. Turist ofisi şehrin merkezindeki, bizim filmde gördüğümüz ana kulenin bulunduğu büyük alandaydı.
Haritaya bir göz gezdirdikten sonra biraz müze gezmeyi istedik. En çekici olanı çikolata müzesiydi. İçeri girmek istiyorduk ama fiyatın 7EUR olduğunu ve hiç çikolata tatmadan sadece tarihini öğrendiğinizi farkettikten sonra vazgeçtik. Paris'de ve Lille'de bile birkaç tane de olsa ücretsiz müze bulabilirsiniz ama Brugge'de ücretsiz hiçbir şey yok. Küçük bir şehir olduğu için herkes bunu ödüyor çünkü başka seçenek yok. Biz onun yerine güzel bir öğle yemeğini tercih ettik. Hamburger yiyebileceğimiz en yakın bir restorana gittik.
Orada yürüyüş yapmak gerçekten çok hoştu çünkü peri masallarında olduğu gibi sokaklar dar ve güzeldi.
Sonraki adım tekne turuydu. En çok hoşlandığım şey oydu. Brugge içinde 30dk boyunca süzüldük. Fransızca ve İngilizce dillerinde şehrin tarihini anlatan rehberi dinliyordum. Fransızca birkaç tane de olsa kelimeyi anlamış olmanın mutluluğunu yaşıyordum. Tekne turu her yerde karşılaşabileceğiniz şeylerden biri değil. Bu yüzden de çok sevdim. O gün de hava geziyi yapmak için uygun değildi. Tam olarak, tüm gün dondum. Ama güneş ve tekne bunu biraz daha iyi hale getirdi.
Tekne turundan sonra, Belçika waffle'ını tadabileceğimiz bir cafe bulmaya karar verdik. Ben krem şantili olanından aldım, Lucia çikolatalı olanından. Birbirimizle paylaştık ve böylece ikimiz de mutluyduk. Çocukların oldukça özel bir çikolata aldıklarını, yanında ise süt verdiklerini hatırlıyorum. Çikolatayı erimesi için sıcak sütün içine atmaları gerekiyordu. Sonuç olarak, size Brugge'e gitmeyi öneririm. Şehir görülmeye değer ve harika bir atmosferi var. Sonuç olarak hep birlikteydik ve gerçekten güzel bir gündü!
Fotoğraf galerisi
Başka dillerde de bulunan içerikler
- English: Trip to Brugge!
- Español: ¡Viaje a Brujas!
Hayal Şehir Brugge
brüksel'den trenle 1 saatlik yolculuk ile gitmiştim. bilete belçika'nın 24 yaş altı yolculara her yöne aktarma olsun olmasın 6 euro fiyat biçmesi baya keyifli olmuştu. gider gitmez tren istasyonunun karşısındaki otoparkın en alt katından 4 saati 8 euro'dan bir bisiklet kiraladım. şehri bisikletle gezmek çok keyifli. şehir merkezinde gerektiğinde bisikletinizi bırakabileceğiniz yerler her yerde bulunmakta, bu konu hakkında bir çekinceniz olmasın. verilen bisikletlerde kilit de bulunmakta. bisikletler için yollar var ve şehrin dışına doğru gidildiğinde çok güzel parklar keşfedebiliyorsunuz. bunu yürüyerek yapmak biraz zor, bu sebeple bisiklet kiralamanızı öneririm.
bisiklet ile şehrin sokaklarını, kanalları, köprüleri gezdim ve ardından hostele giriş saatimin gelmesiyle bisikleti bırakıp otobüsle hostele gittim. otobüsler 3 euro belçika'da, verdiğim paraya içim acıdı cidden. hostelde ise saat 3'te free walking tour başlamaktaydı. bisiklet ile gezdiğim yerlerin bu sefer hikayesini dinleyerek, ayrıca amerikalı guide'ımızdan nerede patates kızartması, waffle yenir ve nereden çikolata alınır tarzı bazı ipuçları alarak, In Bruges filmindeki neredeyse tüm mekanları gezerek toplamda üç saatlik bir tur yaptık. şehrin sizi ilgilendiren kısmı zaten ufak olduğundan sokaklara hemen aşina oluyorsunuz. bu sebeple tren istasyonuna dönüşümde otobüse 3 euro vermekten kurtuldum. 1 gün yeter de artar.
st. christopher's inn-bauhaus hostel ortamı çok iyi bir hostel. komşu hostellerden barına takılmaya insanlar gelmekteydi. bütün gece devam eden bir eğlence vardı. bira jupiler ve 4 euro. şehirde birkaç gece geçirecekseniz kesinlikle öneririm.
yaptığım yanlışlar:
- tüm avrupa için geçerli olacak gerçi ancak bir pazar günü bulunmamalısınız. use-it haritasıyla merkezden uzak local yerler keşfetme çabasında oldum akşam ancak bütün mekanlar hem eğlenceden hem de insanlardan fazlasıyla yoksundu. market alışverişi için tek alternatif market place'te ve tren istasyonunda bulunan carrefourlar. hostelimin yakınında bulunan tüm marketler kapalıydı.
Market place'te bulunan Historium isimli bir yere girmek. kapıda orta çağ adamı kılığındaki kişiye kanıp girdim. bir tablo üzerinden brugge'un hikayesini anlatıyor. baya boş bir şeydi, parayı kesinlikle haketmedi. sadece çıkışta virtual goggle olayını denettiler. ilk defa denediğim için ilginç buldum.
eni konu küçük bir film platosu beklerken, bayağı bayağı gözüme büyük görünmüş, beni hayretten hayrete düşürmüş masal kenti. burayı görme isteğimin ne zaman nüksettiğini hatırlamıyorum; herhangi bir yerde fotoğrafını görmüşlüğüm yoktu, mevzubahis filmden * de haberdar değildim ama aklımın bir köşesinde hep buraya gideceğim günün hayali yatmaktaydı; kısmet geçtiğimiz cumartesiyeymiş.
perşembe'den bir gece Lile'de kalındı, sonra cuma Gent ziyaret edildi, cumartesi brugge'e ayrıldı. yola Paris'ten arabayla çıkmıştık, elbette ki tren de hoş bir seçenekti ama benim gibi yoldaki güzellikleri kaçırmak istemeyen, aklına estiği yerde durup mola vermeyi ve ara yollarda kaybolmayı seven biri için araba akıllıca bir seçenekti.
garın oradaki otoparka arabayı bırakmak en akıllıcası. 3,5 euro'ya tüm gün park edebiliyorsunuz. otopark biletiyle merkeze inen otobüse ücretsiz binebiliyorsunuz ama sonradan fark ettik ki, biz de gardan çıkıp akın akın karşıdaki parka dalan insanlar gibi yapsaymışız beş dakikada şehir merkezine yürüyebilirmişiz; olsun, dönüşte öyle yaptık zaten.
şansımıza hava çok güzeldi, parçalı bulutlu; ışığın rengi bir öyle bir böyle, renk cümbüşü sundu bizlere. otobüsten rastgele bir yerde indik, kendimizi sokağa attık. nasıl kalabalıktı ama nasıl düzgün bir kalabalık vardı anlatamam. sokaklar panayır yeri gibiydi, binalar, mimari zaten aklımı başımdan aldı. benim gibi mimari ve estetik düşkünü bir adam için kurulmuş bir şehirdi sanki burası. önce bir meydana ulaştık, tabi dibim düştü! öyle aval aval etrafa bakındım haliyle. kafamda bir yürüyüş rotası vardı ama "dur şu aralıktan girelim", "bu tarafta ne var acaba?" derken derken şehrin ara sokaklarında, meydanlarında, parklarında kendimizi kaybedip saatlerce yürüdük. bir o meydan karşılıyor seni tüm görkemiyle, bir bu meydan; bazen kendini bir ingiliz liman şehrinde hissediyorsun bazen amsterdam'da. bir bakıyorsun belçika burası, bir bakıyorsun fransa. yeşillikler içinde bir gölet çıkıyor karşına, sonra kanal boyu cıvıl cıvıl café'ler. köprüler var sonra, sonra bir sürü ev; hiçbiri birbirinin aynı değil ama hepsi birbiriyle nasıl uyumlu.
insanlar sıcak kanlı. hele benim gibi Paris'ten gelmiş biriyseniz, daha bir sıcak geliyor gözünüze; sohbet muhabbet gırla; garsonla sohbet edip şakalaşmalar, enteresen geliyor Paris Cafe'lerindeki deneyimlerinizden sonra.
hayatımdaki en güzel çorbalardan birini içtim orada.
o kadar çok yürüdük o kadar çok dolaştık ki, bana sorsanız orası koskocaman bir yer derdim ama bir geçtiğimiz yerden bir daha geçmeden labirent gibi oradan oraya dolandığımız içinmiş yaşadığım o büyüklük hissi; aslında bildiğin, avuçiçi kadar bir yer ama nasıl güzel nasıl güzel.
ben çocukken "Pamuk Çocuk dergisi" arka kapağında "dünya evleri" serisi verirdi. keser maketlerini yapardın hani. benelux evleri mi belçika evleri mi ne vermişti bir keresinde. üçgen alınlıklı, kenarları kare kare köşeli çatıları kesip maketini yapmak ne zor olmuştu. işte bu detayı hatırladım gördüğüm her güzel evde. siz gitseniz benim kadar sevmezsiniz belki ama ben çocuk ellerimin o çatıları kestiği makası hissetti her bir köşebaşından rüya gibi yeni bir sokağa girdiğimde.
burada da, her gördüğüm güzel şehir gibi "bir ev de buradan almalı" diye geçirmedim desem içimden, yalan olur elbette. tut ki inanın bu kadar çok parası var, her gördüğü yerden ev alıp oturmaya ne vakti yeter ne de akıl kârı olur öyle bir şey. "aah ah keşke burada yaşasam" dediğim bir milyonuncu şehir olarak hafızalarda kaldı sadece.
ne müze gezmeye, ne kanal turu yapmaya vaktim oldu orada kaldığım sekiz saat boyunca. ama olsundu, bir daha gelmeye nedenimiz olsun; "gezdik gördük bitti" diyecek halimiz yok ya.
bazılarının atladığı ama aslında avrupa'nın o bölgesinde belki de ruha sahip tek şehir.
ortaçağda bir resmi alıp onu dondurun, sonra 2000'lere taşıyın. sokakta göreceğiniz birkaç araba ve telekomunikasyon mağazalarını saymazsak hala ortaçağ'da yaşayan bir şehir brugge. evler, hükümet binaları, kiliseler, kaldırımlar, kanallar ve köprüleriyle tarihi dokusu süper.
biz snuffels hostel isminde küçük, rahat ve işletmecisi biraz fazla samimi -hatta bazen küstah- hostelde kaldık. oldukça memnun ayrıldık, o yüzden tavsiye ederim. hostel ürünü brugge jester isimli bira da fena değildi.
brugge küçük olduğu için şehir merkezinden her yere yürünebilir, sadece tren istasyonu ve şehir merkezi arasındaki mesafeyi otobüsle katetmek enerjiyi daha gerekli etkinliklere saklamak için yararlı olabilir. belfry tower'dan tüm şehir görülebiliyor, fotoğraf çekmek için ideal bir nokta. aslında biz gittiğimizde manzara o eski çatılar karlarla örtülmüş olmasa bu kadar güzel olur muydu, ondan da şüpheliyim. 20 dakikalık tırmanışı göze alıp almamak kişiye kalmış. çikolata müzesinin ise girişi ucuz (5 euro). çok çok farklı bir müze değil açıkçası, çikolatadan heykelleri görmek, çikolata yapılışına şahit olmak farklı olabiliyor. bunun dışında patates kızartması müzesi gibi gereksiz müzeleri kimsenin gezmek isteyeceğini sanmıyorum.
gece hayatı şehrin küçüklüğüne göre fena değil. zaten belçika'ya özgü biralardan birkaçını deneyen herkes geceye eğlenerek başlıyor. Bar Des Amis bu biraların servis edildiği güzel pub'lardan biri. başka yerlerde de duymuşsunuzdur mutlaka, Duvel ve Leffe efsane biralar.
bir de brugge'ün "romantik şehir" konumlandırması var, anladığım kadarıyla yakın zamanda bunu ön plana çıkarmışlar. 10 romantik noktayı sevgilinizle tamamlayarak brugge'deki romantik "görev"inizi bitirmiş oluyorsunuz. kış güzelliğini de düşününce sevgililer günü için de tercih sebebi olabilecek bir şehir. kısacası, avrupa'yı gezenlerin atlamaması gereken şehir.
aklayacak degilim, In Bruges'un gaziyla gittim ben brugge'a. dehset guzel biryer. kucuk avrupa yerlesimlerinin tekduzeliginin yaninda, acayip bir albenisi var. bir de otel bulmusuz ki, tam nehrin yaninda, 'in brugge'daki catisma sahnesinde bota atladiklari yere bakiyor. keyfime diyecek yok. sokaklarda geziyorum, deli gibi etrafima bakiniyorum...
sonra o 366 basamakli kuleye tirmandim. yarim saatte. manzara muazzam, ama degdi be, manzaraya bak dedigimi hatirlamiyorum. olmemekle mesguldum.
sonra o meydandaki restoranlardan birine oturduk, birayla midye soyledik. su noktada aciklamak lazim, brugge'da oyle bi turist var, oyle bi turist var ki, mekanlari bile turistler isletiyor deseler sasirmaz insan. boyle olunca da yerliler turistleri cok fena kopeklemeye baslamis. sevmiyor adamlar, evleri panayira donmus. iste o restoranda wireless internet sifresi isteyince beni azarlayan garsona kizip kalktik. gittik karsidakine oturduk. bidaha wireless sifresi sormadik.
sonra internette araya araya, orijinal bi pub buldum, yerin altinda mahsen gibi bir yerde. o dehset meyveli belcika biralarindan icerek cok guzel vakit gecirdik o yer alti pubinda. olaganustu bir atmosfer vardi. zaten brugge dedigin atmosfer iste.
sonra 'in brugge'da cuceyle colin farrell'in gittigi pub'i bulmaya calistim. sehrin biraz kosesinde gosteriyordu adres, ama gps'in beni goturdugu yer kus ucmaz kervan gecmez ara sokaklardi. hatta bir ara baya tirstigimi hatirliyorum, iki kisinin yan yana zor gececegi, binalarin arasinda bir gecit. isiklandirmislar bir de. ordan gec, arkasindaki caddenin uzerinde diyor pub. be kardesim, ana caddeleri kaybeder bulamazsin, nasil gosterdin bu ufacik geciti? baya da uzun ha, en az yuz metre. tirsa tirsa gitmistim. sonra da o pub'i bulamadim. ama otele donerken yolda panayira denk geldim, gecenin birinde once o soslu patateslerden, sonra sosislerden, sonra da cikolataya batirilmis birseyler yedim. cikolataya batirilmis seyin ne oldugunu o zaman da bilmiyordum, simdi unutmus degilim yani.
sonra brugge'un aslinda bir mimar tarafindan tamamen tasarlanip insa ettirildigini, o yuzden bu kadar biblo gibi durdugunu ogrendim, biraz uzuldum.
amsterdam'dan intercity trenle brüksel yada antwerp'ten aktarmalı olarak yaklaşık 4 saatte ve 30 euro civarı bir ücretle ulaşılabilecek şehir. şehri müzeleri, parkları, etrafındaki yel değirmenleri vs. tamamıyla gezebilmek için iki gün ayırmak yeterli.
kalacak yer olarak het colettientje sessiz, sakin ve ev rahatlığında bir yer arayanlar için tavsiye edilir; evin sahibi maria teyze size şehirle ilgili bilmeniz gereken her şeyi anlatıyor, bir harita veriyor günlük gezintinizi planlıyor, kanal turu gezintilerinde indirim bile ayarlıyor.
brugge genel olarak pahalı bir yer, fakat bütçeniz kısıtlıysa yemek için meydandaki restoranlardan özellikle kaçınmak gerekiyor. düşük bütçeyle seyahat ediyorsanız meydandaki patates kızartmalarının yanı sıra 3 euro'luk devasa boyuttaki bolonez soslu makarnasıyla brasserie medard tavsiye edilebilir. çikolata alışverişi içinse chocolate line denenmiş ve memnun kalınmış (fakat bir o kadar pahalı) bir alternatiftir.
turist atraksiyonlarının arasında müzelere, belfry'a vs. ek olarak yapacak başka bir şey kalmadığında basilica of the holy blood ziyaret edilebilir; burada günün belli bir saatinde hz. isa'ya ait olduğu iddia edilen ve bir şişe içinde saklanan kan ziyaretçilere sunulmakta ve şaşırtıcı şekilde epey turist çekmektedir.
orta çağın büyüsünü iliklerinize kadar hissedebileceğiniz masal diyarı. şehrin en büyük meydanı olan grand place'e gelince bir süre transa geçiyor insan tarih kokan yapıların mimarilerin mükemmelliği, heybeti karşısında. nereye bakacağına şaşırıyor, gözlerini doyurmak istiyor ama imkansız, yetmiyor. o meydanın ortasında öylece durup bu güzelliği doya doya yaşamak ,sindirmek gerek belki de.
meydandaki çan kulesine doğru gidiyorum, arka tarafına geçiş için küçük bir tünel var. akustik inanılmaz. bir grup müzisyen canon in d majör u çalıyor. ah bu eseri zaten çok severim. beni kalbimden vuruyorsun brugge. bir süre dinlemeye koyuluyorum. adam kemanı öyle hissederek çalıyor ki. hayır, hayır 2013te olamayız.
her yerin karış karış fotoğrafını mi çeksem, gözlerimi mi, kulaklarımı mi doyursam karar veremiyorum.kendimi ara sokaklara atıyorum. her yerin tarih koktuğunu söylemiş miydim? o dakikalarda bir peri masalının içinde yaşıyorum.
kuzeyin venedik'i diye boşuna dememişler. kanallar, köprüler... muhteşemsin. gondol görmedim tamam ama kuğular yetmez mi? üzgünüm venedik, brugge yanında bir hiçsin -hayır, henüz venedik'i görmedim.-
ve nihayet, tek bir manzara fotoğrafını görüp brugge'a mutlaka gelmeye karar verdiğim yere ulaşıyorum. en son aşık olduğumda kalp atışlarım bu kadar hızlanmıştı sanırım. insan burada yaşlanır mi acaba, bence mümkün değil. aşık oldum sana brugge, çok güzelsin, çok yakışıklısın, çok masumsun, çok görkemlisin, çok huzurlusun, unutulmazsın, büyülendim ve seni seviyorum.
demem o ki ölmeden önce burayı görün. bu şehre gelmeyi planlıyorsanız önce başka ülkeleri görün, burayı sona saklayın. aksi takdirde diğer şehirler sizin için hiçbir şey ifade etmeyecek. çünkü burayı unutamayacaksınız. başka ülkelerin başka şehirleri için söz veremem.
çoğu insan brüksel ile karıştırıyor ama tabi ki alakasız. şehri anlatmak gerekirse Amsterdam'ın küçük bir kopyası olduğunu söylemek mümkün. hali hazırda Flanders bölgesinde yer alması da bu durumu perçinliyor.
şehir daire şeklinde merkezden dışarıya doğru açılıyor. markt meydanı ve hemen arkasında yer alan burg gibi önemli yerleri zaten görememe şansınız yok. bu nedenle şehrin sadecce old city diye tabir edebileceğimiz merkez ve eski bölgesini bile gezmek sizi mutlu edecektir.
şehrin bana göre üç sembolü var: çikolata, bira ve istiridye. belçika çikolatasını duymayan yoktur. işte burada alasını göreceksiniz. popüler ve franchise isterseniz Leonidas, hakiki yerel çikolata yemek isterseniz -ve de büyülenmek- Dumon'a gideceksiniz. çünkü leonidas'ı amsterdam dahil tüm bölgede ve avrupa'da bulmak mümkün iken dumon daha bir aile şirketi, esnaf lokantası havasında. zaten mağazaya girer girmez bu havayı kokluyorsunuz. ah o mis gibi kokan dükkanlar. tabi işin acı tarafı da var ama onlar ayrı bir başlık konusu. bu iki büyük dışında şehirde onlarca çikolatacı bulunuyor. bunlarla beraber e waffle nerede ulan diyenler olabilir. sanırım waffle kısmı brüksel'de gençler. ben burada aşırı güzel bir waffle yiyemedim doğrusu.
evet ne diyorduk heh bira. Cambrinus ismindeki bir mekanda yaklaşık 400'ün üzerinde farklı bira çeşidi bulunmakta. mekan kime sorsanız gösterir denecek bir yerde. bu hususa önem verenler için adeta bolluk hakim.
Moules. evet burada istiridyenin adı böyle. siyah kovalar içerisinde suyu ile gelen malzemeleri tık tık atıyorsunuz bu kadar. ister çiğ ister pişmiş nasıl isterseniz. hatta isim de vermek gerekirse moules poules isimli bir mekanı size önerebilirim.
bunlar dışında genel olarak sakin, sessiz bir havası var şehrin. aralık ayı olması da hasebiyle sokakların ve meydanların çoğu akşam 7-8 gibi boşalıyor. ayrıca noel öncesi olması nedeniyle her yerde bol miktarda süs ve noel temalı ıvır zıvır bolluğu vardı.
biraz dağınık gidiyorum ama spontane yazıyorum olur öyle. şehri gezmek için toplu taşımaya bile gerek yok. her yere yürüyerek gidebilirsiniz. çok mu yoruldunuz bisiklet kiralayın ya da ne bileyim faytona binin. Az da olsa göreceğiniz turist kafilelerini takip edin. mutlaka bir harita ve rehber alın yanınıza. öyle 5-6 gün gibi uzun süreli tatiller için kullanmayın bize iki gece yetti de arttı bile.
şansımıza halk pazarını da gördük. insanlar ayak üstü yemek yiyo,r çiçek alıyor, fiyatlar da uygun cıvıl cıvıl bir yer. neredeyse unutuyordum iyi şeyleri saydık ama burada bir sıcak çikolata yapıyorlar. böyle bir şey yok. soğuk havanın da etkisiyle defalarca içmek isteyeceksiniz. onun da usulü şöyle; elinize max çubuğu gibi bir çubuk veriyorlar. çubuğun ucunda bir kütle çikolata o kadar. e hani sıcak çikolata. o da bardakta gizli. elinize verdikleri sıcak süt dolu bardağı alın içine daldırın çubuğu hemen taptaze içeceğiniz hazır.tren garından çıkarken mutlaka bir şehir haritası temin edin, ücretsiz zaten. sonda doğruca karşınızdaki parka doğru ilerleyin. gezip görmeniz gereken yerler zaten haritada işaretli. öncelikli olarak o güzergahı tamamlayıp sonra şehrin ara sokaklarına bırakın kendinizi. ya da bırakın şehrin her sokağı sizi ayrı bir hikayeye götürsün.
kanallar üzerinden geçen köprülerde fotoğraf çekin, dilerseniz kanalda gondol turu yapın, her bir parkın içine atın kendinizi, carpe diem'de kahvaltınızı edip tatlınızı yiyin, the beer wall'da bira için, poules moules'te tencere dolusu midyeleriniz ile karnınızı doyurun.
sabah başladığınız hikaye akşam sona ermek üzereyken ve turistler şehri kendi kendine bırakırken "acaba bu şehirde gerçekten yaşayan bir halk var mı?" sorusunu soracaksınızdır. sanki o sıra sıra dizilmiş masalsı evlerde yaşayan kimseler yok gibi geliyor. belki de gerçekten yoktur kimbilir...
ekim dönemi aslında bu bölge için soğuk bir dönem diyorlar. ancak biz gittiğimizde hava oldukça güzeldi. yine de tedbirli olmakta fayda var. bu arada şimdi adını hatırlayamadığım dikdörtgen göl etrafında yer alan beyaz renkli bir restoran var yaşlı bir çift tarafından işletilen. yol üzerinde denk gelirseniz, bir bira içmek için oturun ve ayaklarınızı göle doğru uzatarak manzarayı seyredalın.
özet geçmek gerekirse; sakin, güzel, kendine özgü, biraz barok biraz karanlık ama insanları iyi şehir.
brugge'le ilgili verebileceğim son naçizane tavsiye ise buraya muhakkak sevgiliyle gidilmesi gerektiği, yoksa bütün o masalsı, romantik atmosfer ters etki yaratıp insanı depresyona sokabilir diye tahmin ediyorum.
haziranda gidin minnewater park ta cactus müzik festivaline katılın.
geldmuntstraat ta da vinci den dondurma yemeden dönmeyin.
markt taki saat kulesinin tam önündeki yeşil ahşap seyyar kulübede mutlaka patates kızartması (fritjes) yiyin ve envai çeşit soslarından andalouse u tavsiye ederim.
Kriek(vişneli bira), Framboise (frambuazlı bira), Peche (şeftalili bira) tatmadan dönmeyin. mümkünse aynı zamanda hostel olan bauhaus barda tadın. ya da irish pub ya da het zand da güzeldir. bira içiyim sarhoş olıyım sızıp kalıyım derseniz duvel'ı öneririm, bayaa serttir.
ama brugge de mümkünse sızıp kalmayın hatta uyumayın. gecesinin gündüzünün ayrı ayrı tadını çıkarın.
dantel yapan ninelerin makaralarla nasıl dantel yaptığını mutlaka izleyin, bazı dantel dükkanları kapılarının önünde ninelere dantel yaptırıyo.
brugge ün en küçük köprüsünden geçin, en dar sokağında yürüyün, en küçük penceresini görün. yerlerini söylemicem, bunları bulmak için altını üstüne getirin.
akşam olunca night shoplardan şarabınızı yada smirnoff ice ınızı alın minnewater parkta kanala ve arkasındaki perili köşke benzer gri şatoya doğru uzanıp demlenin.
geceden korkmayın zira gördüğüm hatta yaşadığım en güvenli avrupa şehri: ne yerleşik türk var ne de zenci!
mutlaka brugge praline lerinden yiyin. enfes çikolatalardır onlar.
kilisesinin katedralinden daha büyük olduğunu görünce kavram kargaşası yaşamayın. ismini hatırlayamadığım kilisenin içindeki da vinci nin meryem ana heykelini de görün.
gidenlere keyifli brugge keşifleri diliyor ve brugge ü hasretle anıyorum.
Bu mekanı puanla ve yorum yap!
Burayı (Brugge) biliyor musunuz? Bu mekanla ilgili görüşlerini paylaş.