Legoland
Önceki akşam kendimle anlaşmış, Sintra'ya gitmek üzere erken kalkmaya söz vermiştim. Sözümü tutamadım. Bu beni Sintra'ya gitmekten alıkoymadı. Hazırlandım ve şehir merkezindeki tren istasyonuna gitmek üzere yola çıktım.
Yolda, "Birisi gelse de fotoğrafımızı çekse" diye bakınan bir çift vardı. Tam olarak bu kelimelerle bakınıyorlardı, Türklerdi. Ben de hemen yardıma koştum tabii.
-Yardımcı olmamı ister miniz?
+Aaaa! Türk müsünüz? (Öyleyim tabii neden şaşırıyorsunuz ki? Benim Türk olduğumu hiç Türk görmeyen bile anlar :P) Çok sevinirim, çok teşekkürler
...
-Lizbon'da mı yaşıyorsunuz?
+Hayır, ben ziyarete geldim ama eşim burada çalışıyor.
++Bir süredir burada yaşıyorum. Bakın şurası müslüman mahallesi. Burada yemek yemek istersen uygun şeyler bulabilirsin. İleride camii var, altında da kasap. İmam her hutbede helal etin öneminden bahsedip kasaptan almamız gerektiğini söylüyor. Merak ettim, araştırdım; kasap imamınmış. Kehkehkeh...
Bir süre birlikte yürüdük, bana şehir ve bölge hakkında bilgi verdiler. Sonra ayrıldık. Ben yol üstünden trende yemek üzere, ıspanaklı ve keçi peynirli bir çörek aldım. Yanında kahveyle onu yemeye çalıştım ama tadı çok kötüydü, yiyemedim. Ben de tekrar eski dostum poğaçalarla açlığımı bastırdım.
Sintra'ya giden trenler Terminal do Rossio'dan kalkıyor. İstasyondan gidiş dönüş bileti alabiliyorsunuz. Zaten sürekli seferler düzenledikleri için belirli bir saati yok, biletinizi istediğiniz saatte kullanabiliyorsunuz. Fiyatı da gidiş dönüş yaklaşık 5 euro tutuyor. Yol yarım saat kadar sürüyor. Bu yarım saati, Sintra'ya indiğinizde saraylara nasıl ulaşacağınızı düşünmekle harcayabilirsiniz. Seçenekler şöyle:
- Hop on .hop off buss :20 Euro
- Özel rehberli gezi: 50 euro
- Şehir otobüsleri : fiyat hatırlamıyorum ama o da ucuz değildi.
Sintra ucuz bir yer değil. Gelirken onu baştan göze almak gerekiyor. Ben Sintra'da çok şanslıydım. Rehberim beni buldu.
Trenden inip aval aval etrafa bakarken, bir kadının elinde "free information" yazan bir karton tuttuğunu görüp yanına yanaştım. Sonuçta ücretsizdi, ne yapacağımı öğrenmeliydim. Bana seçeneklerimi anlattı. Kendisi de rehberlik yapıyormuş özel aracıyla, ama 60 euroymuş.Tek kişi olarak bunu karşılayamayacağımın o da farkındaydı. Öğrenci olduğumu ve mimarlık okuduğumu da öğrenince bana yardımcı olmaya karar verip çevreden 2 kişilik müşteri avladı: Kristina ve Judith. İki arkadaş biri İspanya'dan biri Londra'dan tatil için gelmişler ve onlar da benimle aynı arayış içindelerdi. Yaşları benimkinin iki katı olmasına rağmen(40) anlaşmak çok kolay oldu, çok tatlılardı. Kabul ettiler ve böylece rastgele 4 kişilik bir grup oluşturduk. Günün sonunda rehberim de Kristina da Judith de kendi şehirlerine gelecek olursam mutlaka haber vermemi ve yanlarında konaklamamı tembihleyeceklerdi. Tania(rehberim), bizi eski arabasına bindirdi, güzelce şehri anlatmaya koyuldu. Tania Sintra'nın yerlilerinden olduğu için burası hakkında daha detaylı bilgiye sahipti. Yol üstünde Johnny Depp'in evini göstererek de Sintra'nın gerçekten zengin bir şehir olduğunu kanıtladı. Peki neden böyle diye sorduğumdaysa bütün soğukkanlılığıyla durumu kabullenerek, "Kötü insanlardık. Sömürgelerimizden gelen paralar nedeniyle böyleydi." dedi. Hatta dönemin kralları Sintra'yı yazlık bir memleket olarak kullandıkları için, bölge daha da zengin mekanı haline gelmiş. Lizbon sıcaklaşınca; dağların tepesine inşa edilmiş, ağaçlarla her tarafı sarılı bu bölgede nefes almak herkesin hayali olsa gerek.
Ağaçlardan bahsettikten sonra, bu ağaçların hiçbirinin Sintra'nın doğal bitki örtüsü olmadığını anlattı. Bu ağaçlar dönemin kralı tarafından dikilmiş ve diktirilmiş. Sintra'yı adeta bir İrlanda şehrine çeviren bu kraldan çok saygıyla bahsediyordu Tania. Yol üstünde bir de kale gördük. Arabadan çıkıp ne olduğuna baktık. Moro kalesiymiş. Bu kalenin öbür tarafında hiç ağaçlar yokken bu tarafı tamamen bir ormandı. Bu da bitki örtüsünün insan yapımı olduğunun kanıtıydı. Sadece şehrin sınırına kadar yeşillendirilmişti bu topraklar.
Pena Sarayı
Saraya gelmeden önce, içeride bizimle birlikte olamayacağı için bütün tarihini ve bilmemiz gerekenleri anlattı. Burayı yaptıran kral karısı için yaptırmış. Onun hakkında, çok romantik, diye bahsediyorlar; şair kral derlermiş. Karısını çok severmiş. 10 çocukları olmuş. 10. çocuklarının doğumunda ölmüş, sarayın tamamlandığını hiç görememiş. Kral uzun süre yas tuttuktan sonra, bu sefer de kalbini alt seviyeden bir opera şarkıcısına kaptırmış. Bu durum, dönem için bir skandal niteliğindeymiş. Yine aynı araziye başka bir saray da onun için yaptırmış. Kralın oğulları ve halk tabii ki bunu asla kabul etmek istememiş, ama kral öldükten sonra da, kralın oğlu bu opera sanatçısı, soylu olmayan yeni kraliçenin kendi sarayında yaşamasına müsaade etmiş.
Kral, Pena Sarayı'nı yaptırırken görevlendirdiği amatör Alman mimarı, Kuzey Afrika ülkelerine mimari çalışması için göndermiş. Bu nedenle saraydaki Moorish etkisi hemen göze çarpıyor. Kemerler ve resimde gördüğünüz soğan kubbe de bunun örneklerinden. Saraydaki Alman romantik dili ise mimarın geldiği topraklarla ilişkilendirmek mümkün. Zaten kral da ne istediğini çok iyi biliyor ve mimarı sürekli yönlendiriyormuş.
Sarayın bu kadar çok ziyaret edilmesinin nedeniyse renkleri. Keskin sarı ve kırmızıları kullanırken, aynı zamanda mavi seramikler de var. Burası portekiz, tabii ki azulejo olacak. Taş işlemeleriyse balıklar, deniz kabukları, mercanlarıyla süslü.
Pena Sarayının üst basamaklarına çıktığınızda şehrin tamamı ayaklarınız altında kalıyor. Tepenin de üstünde bulunduğu için, şehri bir kuşun gözüncen görüyorsunuz adeta. Bu manzara da çok güzel.
Pena Sarayına giriş ücreti yüksek ne yazık ki. Ama sarayın içine girmeden avlusunu ve balkonları gezebiliyorsunuz. Bunun ücreti daha azdı. Rehberimizin de önerisiyle öyle yaptık. İçeride görülecek çok bir şey yokmuş. Bir de mutfağında müzesi var ki burada mutfakta kullanılan bütün araç gerecin üstünde kralın damgası varmış.
Şehir Merkezi
Şehir merkezine geldiğimizde rehberimiz Tania, park yeri bulabilirse bizimle gelip bize şehri anlatabileceğini söyledi. Ne yazık ki park yeri bulamadı, biz de kendimiz şehirde bir tur attık. Önceden bize anlattığı doğduğu evi gördük. Sintra'nın dar sokakları arnavut kaldırımlarıyla bezenmiş. Merkeze indiğinizdeyse kraliyet sarayıyla karşılaşıyorsunuz. Tek korunabilen kısmı pencerelerindeki kemerlermiş. Bunlarda da Moorish etkisi mevcut.
İşte bu da yol arkadaşlarım Kristina ve Judith'in fotoğrafı:
Merkezden tekrar arabamıza doğru ilerlerken, yol üstünde buranın meşhur tatlılarından aldık. İçi badem aromalı krema dolgulu bir hamur işi pastaydı. Adını hiç hatırlayamıyorum ama yol arkadaşlarımın bana tatlı ısmarladığını unutamıyorum. Teşekkürler kızlar, muhteşem bir üçlüydük.
Quinta da Regaleira
Sonraki istikametimizse, adını söylemesi çok zor olan bu saraydı. Buranın girişi de ücretliydi, yanlış hatırlamıyorsam 8 euroydu. Saray kısmı önemliydi evet ama buranın asıl olayı o muhteşem bahçesiydi. Ünlü çok zengin bir ticaret adamı yaptırmış burayı. Gezi rehberimizin bize verdiği bilgilere bakılırsa bu da yine aşk içeren bir yapıymış. Bahçenin yüksek ve dağlık taraflarına gittikçe bitki örtüsü daha karmaşık ve kabalaşıyor. Yapılar da öyle. Daha çok Ortaçağ mimarisini andıran kaba ve iri şekildeler. Alt kısımlara indiğinizdeyse bitki örtüsü de mimari de daha zarif ve ince bir hal alıyor. Güzel renkli çiçekler, sarmaşıklar, yüksek ince kolon ve kemerler; gotiği andıran bir duruş sergileyen saray. Bahçede birçok çardak ve kule de bulunuyor. Bu da bahçeye daha da çok zarafet katıyor.
Peki bu sarayın bu kadar ziyaretçi çekmesi için bu saydıklarım yeterli miydi? Hayır. Buraya insanların asıl gelme nedeni; buradaki kuyular. Rehberimiz Tania sayesinde biz de bu kuyuları olması gerektiği gibi deneyimledik. Bir büyük tamamlanmış kuyu, bir de tamamlanmamış kuyu bulunuyor. Alttaki geçitlerden bu ikisi birbirine bağlanıyorlar. Yetkililer burada gezme rotası oluştururken önceden ziyaretçileri alttan alıp yukarıya çıkmalarına yönlendiriyormuş (cehennemden cennete çıkan merdiven tasviri). Şimdiyse yukarıdan aşağıya iniyorsunuz.
Tania, biz her bir kat indiğimizde bizi haberdar etti. Alt katlara inerken yaşadığınız deneyimi anlatmak zor. Işık azalıyor, birbirinizi de önünüzü de göremiyor hale geliyorsunuz. "Cennetten, cehenneme iniş" gibi bir anafikirle oluşturulmuş.
Tania, ileride kitap ayracı yapabilmemiz için bizim burada panoramik resimlerimizi çekti. Muhteşem hizmet, harika hizmet, harika yav.
En alta indiğimizde geçitlerden birinden devam ettik ve Tania bize bu bitmeyen kuyuyu anlattı. Buradaki bir insan bu kuyuya geldiğinde umutsuz ve çaresiz şekilde yolunu ararken, bu kuyuya rastlıyor ve ışığı görünce umutla doluyor, kurtulduğuna inandırıyormuş kendini. Bu hevesle yukarı çıktığında; bahçeye ulaşsa da dışarı çıkamadığını fark edince tekrar tünele geri dönmek zorunda kalıyormuş; ışıksız, izbe, korkunç ve soğuk olan o tünele. Tania bunu hayatımızdaki zorluklara benzetti. Bizi böyle yerin dibine sokuyor, tam kurtulduk her şey düzeldi sandığımızda çıkışın o olmadığını fark edip kendimizi o zorluğun içinde tekrar buluyormuşuz. O zorluğun içine dönmek zorunda kalıyormuşuz. Bilgece laflar Tania, takdir ettim.
Tünelin çıkışıysa, İsa simülasyonuyla oluyor :D Hepimiz İsa'nın mucizelerinden olan suyun üstünde yürüme hikayesini biliriz. Burada normalde su seviyesi öyle ayarlanıyormuş ki, bastığınız taşlarla aynı seviyede kalan su, sizin suyun üstünde yürüdüğünüz yanılgısını oluşturuyormuş. Resimde görebileceğiniz gibi, biz gittiğimizde seviye bir miktar daha düşüktü.
Buranın çıkışında bir de şelale bulunuyor. Sevimli bir manzarası var. Buradaki kayalıkların hiçbiri de doğal değil bu arada. Şelale de aynı şekilde. Kayalar insan eliyle oraya yerleştirilmiş, aralarda harçları görebiliyorsunuz. Bu da demek oluyor ki mağaralar da doğal değil, hepsi bir mimarın eseri.
Buradan çıktığımızdaysa, yeni istikametimize ulaşmak üzere yola çıktık. Gün batımına oraya yetişmek tek amacımızdı. Benim içinse varacağımız yer günün en güzel kısmıydı. Arabada Tania'yı daha fazla tanıma fırsatı buldum. Eskiden işkolik bir grafik tasarımcısıymış. Başarısız bir evlilik geçirmiş. Eski kocası da en iyi arkadaşıyla evlenmiş. Tania arkadaşına, kocasını tanıma fırsatını verdiği için teşekkür ediyor ve ona üzüldüğünü söylüyordu. Hayatını böyle bir adamla mahfetti, diyerek.
İşini aile meseleleri nedeniyle bırakmış. Bu da beni etkileyen bir durumdu. Demek ki Portekizli aileler de birbirine düşkünlerdi. Anneannesi hastalanmış ve bakıma muhtaç hale gelmiş, annesinin ise işini bırakma durumu yokmuş. Tania bütün o bağımlı olduğu kariyerini bırakıp eve dönmüş ve hasta bakmış. Bir yandan da böyle tur rehberliği yapmaya başlamış. Bakmış bu hayatı seviyor, bu şekilde sürdürmeye karar vermiş hayatını. Dünyanın birçok yerini gezmiş, en etkileyici gezi deneyimi Çin'miş, mutlaka gitmem gerektiğini kafama iyice kazıdı. Bu genç yaşımda yola çıktığım için de beni tebrik etti. Başka bir unutulmaz gezisiyse Afrika'dakiymiş. Afrika'ya gönüllü olarak öğretmenlik yapmaya gitmiş, yani çocuklarla ilgilenmeye. Tania bu anısından şu şekilde bahsediyor:
"O çocuklara asla tutamayacağınız sözler vermeyin. Zaten kimseye güvenleri kalmamış. Gelen herkesle yeni bir umut görmeye çalışıyorlar, artık onu da yapacak bir sevinçleri kalmamış. Sürekli birileri gelip gidiyor, hiçbir değişim oluşturmuyor, onlara hayaller vaad edip hiçbirini gerçekleştiremeden çocukları arkada bırakıp o toprakları terk ediyorlar. Kendi içleri rahatlamış şekilde. Ben mutsuz döndüm, imkansızlıklar olan bölgelerde oldukları için verdiğim sözleri gerçekleştiremedim. Basit bir oyun hamurunu bile orada oluşturacak malzemeler bulamadım. Ben suçlu döndüm oradan, çocukların hayallerini çalarak döndüm, ve güvenlerini de..."
Artık bir rutin haline gelmiş Afrika'ya gönüllü olarak gidip, kendini işe yaramış hissederek dönen rahatlamış insanlara bakış açısı da benim hayatımı şekillendirmemde bana yeni bir kapı açtı. Ben de istiyordum Afrika'ya gitmek ve o çocukların yüzünde küçücük de olsa bir gülümseme yaratmak. Ama artık biliyorum ki bunu yapacaksam kendim için yapmamalıyım, ve yaptığım şeyin onlara zarar vermeyeceğinden emin olarak dönmeliyim. Daha bilinçli olmalıyım.
Bu konuşmaların sonunda istikamete ulaştık, çoktan her taraf turuncu olmuştu. Güneş batıyordu. Tam zamanında oradaydık.
Cabo da Roca - Avrupa'nın en batısı
Bizi arabasıyla getirdiği bu kayalık, Avrupa'nın en batı noktasıydı. Atlas okyanusunun yüksek dalgaları çarpıyordu bu falezlere. Etrafta küçük yeşillikler vardı. Ve çok dramatik bir ışık. Muhteşem bir atmosfer. Asla unutulmaz bir an.
Artık bu hayatta kendimde bir sıfatlama yaptığımda söyleyebileceğim bir şey daha katmıştım listeye.
"Ben Avrupa'nın en batısında güneşin batışını 20 yaşındayken izleyen bir gezginim."
Ben çok az yerde böyle hayatla doldum, çok az yerde böyle yaşadığımı hisettim, çok az yerde orada bulunmamın benim için böyle önemli olduğunu hissettim. Çok az yerde böyle güldüm ben, çok az yerde bu kadar özgürdüm, çok az yerde dalganın bana vurduğunu hissederken bu kayalıklar kadar güçlüydüm. Çok az yerde falezdim, çok az yerde kayalıklarım çıplak değildi.
Çok az yerde böyle güldüm ben!
Fotoğraf galerisi
Kendine ait Erasmus blogunun olmasını ister misin?
Yurtdışında yaşamayı tecrübe ediyorsan, tutkulu bir gezginsen veya yaşadığın şehri tanıtmak istiyorsan... kendi blogunu oluştur ve maceralarını paylaş!
Erasmus blogumu oluşturmak istiyorum! →
Yorumlar (0 yorum)