Lizbon'u dinliyorum gözlerim kapalı
Lizbon'da birkaç saatinizi geçirdikten sonra, İstanbul'da da bulunmuş biriyseniz ikisini kıyaslayıp ne kadar da benziyorlar dememek elde değil. Tepeleri, sokakları, boğaza benzeyen denizi ve köprüsü... Lizbon'u dinledik gözlerimiz kapalı.
Portekiz'i ve Lizbon'u anlatmadan önce, bilet fiyatlarını ve yolculuğu da anlatmak lazım. Ben bu yolculuğa tek başladım, arkadaşım Desen 3. günümde bana katıldı. Lizbon'a olan biletim 15 euroydu, otobüs çok uzun bir yolculuk olduğu için (yaklaşık 9 saat) gece seyahat etmeyi tercih ettim. Gece biletleri genelde daha hesaplı olur, konaklama için ayrı bir masrafta bulunmanıza gerek kalmaz. Ayrıca da ertesi günün tamamını gezmeye ayırabilirsiniz, gününüz de boşa gitmiş olmaz. Otobüs yolculuğu için online satın aldığım biletleri çıktı almam gerektiğini bildirmişler, ama ben görmemiştim dolayısıyla elimde biletler yoktu. Bu beni kısa süre korkuttu ama otobüse binerken gayet kibar bir şekilde hiçbir sorun olmayacağını ve online bileti kabul edebileceklerini söylediler. Pasaportuma bile bakmadan beni otobüse aldılar. Bu kadar rahat bir kontrol sistemleri olması beni çok şaşırttı.
Son zamanlarda son derece şanslı oluşum burada da kendini gösterdi. Otobüste yanım boştu ve rahat bir yolculuk geçirdim. İçerisi biraz soğuktu ama sorun yaratacak kadar değil. Gece yolculuklarında molalar da daha kısa süreli olduğundan yolculuk daha kısa sürüyor. Portekiz ve İspanya arasında 1 saat fark olması nedeniyle yolda saatleri geri alıyorsunuz. Planlarınızı ona göre yapmayı unutmayın.
Bu yolculukta beni en çok şaşırtan şeyse, sınırı geçişimizdi. Ben pasaport kontrolü olur, bizden birkaç belge talep ederler; en azından geçtiğimizi fark ederiz diye düşünüyordum. Öyle olmadı. Otobüs sınırı geçti ve bu esnada herkes uyumaya devam etti. Türkiye'deki sınırlarda, havaalanlarındaki pasaport kontrollerinden sonra bununla karşılaşmak şaka gibiydi ve ilginç şekilde heyecanlandırdı.
Niye erken indik ki?!
Güneş daha yeni doğmuştu, saat 6'yı yeni yeni geçiyordu. Otobüsüm durağa ulaşmıştı, etrafta kimse yoktu. Metro da daha açılmamışı. Bir şekilde şehrin merkezine gitmem gerekliydi, ben de kalacağım hostele giden bir otobüs buldum ve bindim. Otobüsün yarı yolda dönüp güzergahını geldiğimiz yöne çevirmesi üzerine indim. Haritadan bakarak yürümeye karar verdim; yapacak daha iyi bi işim de yoktu zaten. Hostele vardığımda saat 7.30 olmuştu, önceden bilgilendiriğim için kapıyı açmalarını umuyordum. Açmadılar... Kapıya oturup bekledim, yarım saat kadar. 8'de çaldığımda hala açmıyorlardı. Sırt çantam kıyafetlerimle doluydu ve gün boyu bununla gezmek istemiyordum ama bu şekilde beklemek de çözüm getirmiyordu. Ben de ana caddeye inerek bir pastane (Patisserie) buldum. Kruvasanlı kahveli kahvaltımı yapıp saatin ilerlemesini beklerken kitap okudum. Bu mekan turistik bir yerde bulunmadığı için bana şehrin kültürü ve insanı hakkında daha fazla bilgi veriyordu.
İlk izlenimler
İspanya'nın hemen yanı başında olduğu için ben bu ülkenin dilinin de kültürünün de insanının da benzer olacağını düşünmüştüm. Karşılaştığım Portekiz ise hiç öyle değildi. Portekizliler alınmasın, Portekizce kulağa sarhoş bir Rus'un İspanyolca konuşmaya çalışması gibi geliyor. Hoşuma gitmedi, hatta rahatsız edici hissettirdi. İspanyolların aksine burada İngilizce bilen insan sayısı daha fazla. Merkezde olmayan pastanede bile İngilizce sipariş verebildim, komik olansa ben ispanyada zorlanmaya öyle alışmışım ki refleks halinde ingilizce konuşabilen insanlara bile ispanyolca karşılık vermeye başlamışım. Hala ispanyolca biliyor değilim, sadece hayatta kalmak için öğrendiğim kalıplar zihnime işlemiş.
Kültür olarak çok farklı değiller, bir akdeniz ülkesi olmanın verdiği sıcaklık var. İspanyollar kadar sesli değiller, en azından sokaklarda bağırmıyorlar. Göçmen sayısı çok fazla, burada da çin mahalleleri, müslüman mahalleleri var. Siyahi nüfussa artık onların bir parçası haline gelmiş, sayıca da çok fazlalar.
Odtü'den rehberim var
Arkadaşım Melda'nın bana, Lizbon'da arkadaşının erasmus yaptığını, onun beni gezdirebileceğini söylediğinde çok mutlu oldum. Türk görmeyeli çok olmuştu, Odtü'den birilerini görmeyeliyse asırlar geçmiş gibiydi. Önce Evren'le buluşmak için lokasyon belirledik. Tabii ki o beni buldu, tesettürlü olunca zaten 5 sokak öteden seçilebiliyorsunuz bu topraklarda.
Hasta olmasına rağmen, Evren beni çok güzel gezdirdi. Teşekkürler Evren.
İlk önce ana meydanlarına gitmek üzere yola koyulduk: Praça de Comercio. Bu meydana gelebilmeniz için iki tarafı da restoranlar ve kafelerle çevrili geniş bir sokaktan geçmeniz gerekiyor. Yere bakarak yürürseniz, yerdeki taşları görebilirsiniz. Arnavut kaldırımı gibi dizilmiş ama mozaikleri anımsatan; nispeten daha küçük beyaz parlak taşlardan oluşan kaldırımları ve zeminleri var Lizbon'un. Şaşırtıcı olansa böyle zeminler yapılırken normalde döşemenin yapılacağı alt zemin düzlenirken burada öyle bir şey yapılmamış. Çok girintili çıkıntılı, yürümesi zor ama yine de keyifli bir özellik. Tabi bu bahsettiğim rahatsızlık veren engebeler ara sokakların kaldırımlarında bulunuyor. Çünkü ana meydanlarda çok güzel desenlerin de oluşturulduğu muhteşem zeminler var. Bunlara verilen özel isimse "Calçada Portuguesa"
Rua Augusta Takı - Arco da Rua Augusta
Evren'in de bana verdiği bilgiler neticesinde öğrendim ki; Lizbon 1700'lerden sonra inşa edilmiş, nispeten yeni bi şehir. 1755'te Lizbon'da yaşanan depremden sonra her yer yıkılmış, her yer yeniden yapılmış. Bu zafer takı da depremi anmak için yapılmış. Başlangıçta çan kulasi olarak tasarlanan yapı, 1873'te Praça de Comercio'ya girişi sağlayan Zafer takı olarak son halini almış.
Praça de Comercio
Burası da hemen Tejo Nehrinin kıyısında bulunan güzel bi meydan. Bana Palaza Mayoru anımsatmıştı ama bunun tek kenarı direkt suya açılıyor. Diğer üç tarafı sarı bir yapıyla çevrilmiş, Yine restoranlar var, insanlar meydanda oturuyorlar. Eskiden de ticaret meydanı olarak anılıyormuş.
Alfama
Meydandan sonra şehrin doğusunda doğru devam ettik, yani Alfama bölgesine. Alfama şehrin en eski kısmı. Alfama ismi de başındaki "Al" takısından anlayabileceğiniz gibi Endülüsten kalma bir isim. Zamanında "Hamme" olarak isimlendirilen bu bölge; şehirdeki 5 kapıdan biriymiş, doğu kapısı. Binaların cepheleri hep seramikten, bu nedenle "ışıkların şehri" olarak anılıyormuş Lizbon. Yani ışık vurdukça seramikler ışığı yansıtıyormuş, her yerin parlamasından da "Ciudad de la Luz" olarak kalmış adı. Bu ünvanı sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum, Lizbon'un en sevdiğim özelliği de zaten bu seramik cepheleri oldu.
Sokaklarında gezerken neyle karşılaşacağınızı hiç bilmiyorsunuz. Sürekli bambaşka bir desen bambaşka bir manzara oluşabiliyor. Tepeler üstüne kurulmuş ve boğaza benzer bir nehri olduğundan; gerçekten de Avrupa'da İstanbul'a en çok benzeteceğiniz yer olabilir burası. Alfama'da gezerken rotanızı miradorlara (manzara terasları) uğrayacak şekilde çizmenizi tavsiye ederim; ki bu güzel manzaralara bambaşka yerlerden bakabilin. İlk kez mirador ismiyle karşılaştığım yer Granada'ydı ve orada oturup dakikalarca El Hamra'ya bakmıştım. O günden beri mirador kelimesini duymam bile heyecanlanmam için yeterli oluyor.
Benim gittiğim, yani muhteşem rehberimin beni götürdüğü miradorlar şunlardı:
- Miradouro das Portas do Sol
- Miradouro de Santa Luzia
- Miradouro do Castelo de Sao Jorge
- Miradouro da Graça
Gidebildiğiniz kadar farklı Miradorlara gitmeniz önemli, çünkü hepsinin şehri gördüğü açılar ve yükseklikler farklı. Aynı zamanda bölgenin atmosferi de farklı. Örneğin Miradouro de Santa Luzia'da bulunan güzel seramik korkuluk insanların özellikle buraya gelip fotoğraf çekilmesi için belirlenmiş bir lokasyon gibi. Ayrıca nehrin kıyısına birçok cruise gemisi yanaşıyor. Ben silüeti bozduğunu düşünüyorum, diğer insanlarsa imrenerek bakıyorlar. Ne hayatlar var be :P diye bakanlar ve hayat böyle yaşanmamalı yaa :/ diyen benler. İnsanlarla hiç anlaşamayacağım sanırım.
Alfama'da gezmek insanı gerçekten yoruyor, çünkü hiçbir zaman yokuş indiğinizi fark etmiyorsunuz. Sürekli bir tırmanma halindesiniz. Bazen bir merdiven çıkıyor oluyorsunuz (bu merdivenler asla yönetmeliğe uygun basamaklar içermiyor. Basamaklar bile eğimli yapılmış ki daha az basamakla daha yükseğe tırmanılabilsin. Ne kadar yorucu olduğunu varın siz düşünün.) , bazen arnavut kaldırımlı çok dik bir yokuş tırmanıyor oluyorsunuz. Aynı Karaköy'de asla bitmeyen o yokuşlar gibi. Yani gerçekten benziyorlar, durum hiç şaka içermiyor.
Santa Engrácia Kilisesi - National Pantheon
Bu dev yokuşlardayken güzelce görebildiğiniz bu yapının da Roma'daki Pantheon gibi bir kubbesi var. İçinde önemli kişilerin mezarları bulunuyormuş. Araştırdığımda içeride bulunan hiçbir kişiyi tanımadığımı fark ettim. Sadece ünlü denizci Vasco de Gama için anıt niteliğinde içi boş bir mezar varmış. Vasco de Gama, Portekizliler için çok önemli bir şahsiyet. Pantehona uzaktan bakmak da son derece tatmin edici.
Pasteis de Nata
Bu kadar yorulduktan sonra rehberim beni Lizbonun meşhur tatlısı Pasteis de Nata yemeye götürdü. Bunu asıl yemeniz gereken yer Belem'de bulunuyor, ama şehrin içinde ufak farklarla yine yapılıyor bu tatlı.
"Nasıl bir şey bu Nata? Tadı nasıl? Nasıl yapmışlar?" derseniz çok da bir olayı yok ama güzel düşünülmüş iyi ki yapılmış bir tatlı diyebilirim. Hamuru milföye benziyor denebilir ama biraz daha farklı. Ben üst üste dizilmiş baklava yufkasına daha çok benzetirdim. Katman katman bol yağlı bir hamurdan yapılmış çanaklar var. Bu çanakları da pastacı kremasıyla doldurmuş ve fırınlamışlar. Üstlerindeki yanık tat da bizdeki fırın sütlaçı andırıyor. Birkaç farklı tatlımızın birleşmesiyle oluşmuş rekonstrüktif bir tatlı bu, yaşasın Nata, çok güzelsin Nata, birileri bu Pasteis de Nata'yı acilen Türkiye'ye getirsin. Bu tatlı bize çok uygun çünkü.
Bu tatlının bir de efsaneleşmiş hikayesi var. Rivayet odur ki, zamanında belemdeki rahibeler çamaşır yıkarken yumurta beyazlarını kullanıyorlarmış, daha da beyaz bir görünüm elde edebilmek için. Durum böyle olunca ellerinde de bir sürü yumurta sarısı kalıyormuş. Pasteis de Nata'nın içinde bulunan pastacı kreması bol yumurta sarısıyla yapılan bir krema, bilen bilir. Rahibeler bu tatlıları yapıp satarak kiliseye maddi destek sağlıyorlarmış. Durum böyle yani, güzel inavosyon, güzel çözüm. Herkes sorunlarını pastayla çözsün. Ben bundan sonra öyle yapacağım.
Tatlımızı yiyip enerji depoladıktan sonra tekrar yola düştük. Lizbonda görülmesi gereken; turistlerin en uğrak noktalarından birine doğru ilerledik:
Santa Justa Asansörü
19. yüzyılda inşa edilen bu demir asansör endüstri dönemini ve gotik üslubunu harmanlayan ve bir seyir kulesinden öte; iki yerleşim yerini bağlamak için tasarlanmış bir ulaşım aracıymış. Metroların kullanılmaya başlanmasıyla ulaşım amacı yitirilmiş ama şehrin panoramik görüntüsünü sunduğu için hala turistler için çok değerli. Uzun kolonları ve kemerli pencereleri de dikkat edilmesi gereken gotik üslubunun önemli göstergeleri. Giriş ücretli olduğundan ve önünde sdaima uzun sıralar bulunduğundan bu manzaraya şahit olamadım, ama benzerlerini zaten miradorlardan deneyimlediğim için bu beni çok üzmedi. Yolum tekrar Lizbon'a düşerse bu sefer girmeliyim dediğim yerlerden kendisi. Yanına kadar gelmişken fotoğraflarını da pektabii çektim. Göstermek istediğimse gotiğin demirle bile ne kadar estetik olduğu.
Carmo Rahibe Manastırı
Buranın hemen yanında bulunan bu manastır ilk aklınıza gelen gibi bir yapı değil, aslında bir yıkıntı. Lizbon depreminden ayakta kalan sayılı yapıdan biri. Ayakta kaldı dediysek de aslında sadece kemerleri yıkılmadan kalabilmişler. Ama biz mimarları zaten binaların iskeletleri nasıl etkiliyor, bizimle gezerken anlarsınız. Bu da gotik bir yapı, zaten depremden önce olan bir yapı olduğundan tarihsel olarak da ancak buna müsait. Yüksek kemerleri bunun delili.
Buradan çıkıp sahile doğru ilerlerken buranın önemli bölgelerinden birinin daha yanından geçtik.
Pink Street
Gitmeyi hiç düşünmeyeceğim ama birçok insanın vazgeçilmezi olan bu bölge Lizbonun gece hayatının kalbiymiş. Bütün gece klüpleri, barlar bu yol üzerinde bulunuyorlarmış. Sonrasında deneyimlediğime göre, pink street dışındaki bölgeleri geceleri ölüyorlar. Sokakta göreceğiniz insan sayısı sayılıdır. Yine de güvensiz hissetmiyorsunuz.
Rehberim, burayı "Bu da böyle bi yer işte genel kültür olsun" diye yukarıdan gösterip, beni Lizbon'un yemeklerinin kalbine götürdü. Yani turist tuzaklarının merkezine.
Time Out Market
Lizbon'a gelen her turistin bir öğününü geçirdiği bu merkez kocaman bir yemek merkezi. İstediğiniz her çeşit mutfağı burada birarada bulabiliyorsunuz. Gelen turisler için de işletmeciler için de fayda sağlayan bu merkez, sokaklarda bulacağınız fiyatlardan biraz daha yüksek. Bu da size sunduğu seçim fırsatının yan etkisi sayılabilir. Güzelce içinden geçip "Burada insanlar bunları mı yiyorlarmış yav" diyerek burayı da terk ettim. Hiçbir şey yemedim.
Sahil pek hoş
Time Out Market zaten kıyıya çok yakın bulunuyor. Buradan çıkıp sahilden Alfama'ya geri döndük. Yol üstünde ahşap döşenmiş güzel oturma yerlerinin de yapıldığını, kumların da bırakıldığını, taşların da olduğunu gördüm. İsteyen herkesin kendine göre bir şey bulabileceği bir şerit oluşturmuşlar.
Etrafa bakarken şu ana kadar rastlamadığım bir sokak sanatı türüne rastladım. "Taşlarla denge gösterisi" Bu insanar taşları öyle bir diziyorlar ki ağırlık merkezleri üzerindne yaptıkları hesaplarla uzun kuleler oluşturabiliyorlar. Baksanız bu taşlar nasıl böyle duruyorlar, dersiniz. Duruyorlar, ve bu çok etkileyici
Rehberim beni tekrar Praça de Comercio'ya getirdi ve vedalaşıp ayrıldık. Tanımadığı birine böyle güzel rehberlik yaptığı için buradan Evren'e, beni Evren'le tanıştırdığı için de Melda'ya teşekkür ederim. Çok güzel bir Lizbon deneyimi yaşadım, sokaklarını arşınlaya arşınlaya; gördüğümü sora sora, bütün özelliklerini güzelliklerini öğrene öğrene. Ayrıldıktan sonra benim için Portekiz'i anlamlı kılan birine vefa borcumu ödemek üzere yola çıktım.
Jose Saramago Müzesi
İlk okuduğum kitabı "Körlük" ile, hem üslubuna hem içeriğine, hem ana fikrine ve hayat görüşüne hayran kaldığım bu yazarı tek kitapla bırakmadım. Sonrasında Ölüm bir varmış bir yokmuş, Kabil, Bilinmeyen Adanın Öyküsü kitaplarını da okudum. Hepsinin ana fikri çok güçlüydü ve demek istediklerini herkesten farklı bir şekilde dile getiriyordu. Hem çok gözünüzün önünde olan şeylerin değerini fark etmenize neden oluyor, hem de bunlarla güzel istiareler kurup daha derine inmenize de fırsatlar sunuyordu. Dinlere karşı tepkili olan Saramago'yu argümanlarına bakınca yargılamak pek mümkün olmuyor. Tanıştığı dinler hep eleştirdiği kadar eleştirilesi; bu şekilde bir bakış açısıyla baktığında da tepki oluşturacak cinsten. Saramago okumaya devam ediyorum, şimdi de müzesini gezdim ve kitaplarının onlarca dildeki baskılarını gördüm. Benim için çok özel bir deneyimdi, bir başkası için asla bunları ifade etmez. Kişiye yüklediğiniz anlam kadar değerli olabilecek bir müze burası.
Bakınız bu da Kırmızı Kedi Yayınları'ndan çıkan sarı Türkçe kitaplarımız :) Zamanında Saramago'nun kitapları da yasaklı kitaplar arasında yerini almış. Şimdi Lizbon'u gezip sarılığını hissettikten sonra, bu sarı basımlara daha da içim ısındı. Kımızı Kedi işini biliyorsun ama kitapların çok pahalı :/
Alfama'dan tekrar geçerek, o dar sokaklarını ve tepelerini bir de yalnız deneyimleyerek hostelime döndüm. O kadar tepeleri aştıktan sonra, 5. katta olan odama da merdivenlerle çıkmak durumunda kaldım. Ama merdivenler çok güzeldi :P
Güneşin batışını bir miradorda izlemek üzere kendime söz verip o zamana kadar dinlendim. Çünkü gerçekten hiç dermanım kalmamıştı. Gece yolculuğu, ardından 6'dan beri bu engebeli şehirde sağa sola koşuşturmak... Gün batımına zor yetiştim, akşam yemeğimi de burada yedim. Yani gelmeden bu amaçla hazırladığım poğaçaları. Geldiğim tepe bu sefer Miradouro da Senhora do Monte'ydi. Gençlerin gelip içkilerini içip dans etmeleri bu mekanda çok olası. Ama uzun sürmüyor. Herkes 1 saat içinde dağılıyor ve ortam sakinleşiyor. Ben uzun süre oturup gece fotoğrafları çektim, sulu boyayla manzarı çizdim ve şarkılar dinledim. Uzun zamandır kendimle paylaştığım en özel andı. Lizbon'u dinledim gözlerim kapalı.
Tripodum olmadan çektiğim her gece fotoğrafı çok emek içeriyor aslında. Kameranızı sabitlemek için kıvranırken insanların sizi izlemesi de ayrı bir gerilim yaratıyor. Ama sonucunda bu kareler beni hep mutlu ediyor.
Ayrıca bu resimde eksik olan minareleri de eklersek, kim bana İstanbul olmadığını iddia edebilir. Çok benziyor ama çok! İstanbul'u da özledim hani.
Bugün böyle sonlandı ve çok geç vakte kalmadan hostele dönüp uyudum. Yarın erken kalkmam gerekliyidi, gidilecek çok önemli bir yer vardı, ve yaşanacak muhteşem anılar.
Ek bilgi 1: Lizbon'daki kiliseler ve katedraller hakkında ek bir blog yazacağım, karşıma çıkan her birine girdim. Dilleri çok benzer genelde rönesans ve barok özellikleri taşıyorlar. Yoğun altın süslemeler, kıvrımlar ve tavan boyamaları da neredeyse hepsinde var.
Ek bilgi 2: Lizbon'da en önemli yemek "sardalya balığı". Deniz ürünleri de çok meşhur, başka balıklar, karidesler... Gitmişken denemek lazım, ben yapmadım. Tekrar gelmek için neden olsun diye böyle böyle biriktiriyorum.
Ek bilgi 3: Gidilmesi gereken bir başka nokta da Gulbenkian Müzesi. Kocaman bir yer, ücretli olması ve benim yeterli zamanım olmaması nedenleriyle onu da kendime başka zaman gelmeye neden olarak ayırıyorum. Ama vakti olan gitsin, muhteşem bir koleksiyonu varmış, gidebilmeyi çok isterdim.
Ek bilgi 4: Cephelerdeki güzel seramik süslemelerin anlatılacağı da bir blog yazacağım. Bunlara Azulejo deniyor ve Lisbon'da buna özel bir müze dahi var. Başka bir vakit tekrar gelebilirsem değerlendirmeyi düşündüğüm bir yerdir.
Ek bilgi 5: Vaktiniz osun ve Cascais'e de gidin. Sintra'ya gidebildim ama Cascais'e gidemedim. Güzel bir sahili varmış, şehir dokusu da daha farklıymış diye duydum. Tavsiye ederim.
Fotoğraf galerisi
Kendine ait Erasmus blogunun olmasını ister misin?
Yurtdışında yaşamayı tecrübe ediyorsan, tutkulu bir gezginsen veya yaşadığın şehri tanıtmak istiyorsan... kendi blogunu oluştur ve maceralarını paylaş!
Erasmus blogumu oluşturmak istiyorum! →
Yorumlar (0 yorum)