Lizbon'da gözlerimi açtım
2. günün akşamında, Lizbon'a döndüğümde artık yalnız değildim. Madrid'den arkadaşım gelmişti, burada bir bayram havası... Desen'in de gelişiyle, artık yalnız değildim ve erkenden hostele dönmek zorunda değildik. Biz de sahilin tadını çıkardık. Uzun uzun oturduk, sohbet ettik, nehri ve köprüyü izledik dalgaların sesi eşliğinde.
Sonrasında da yine Praça de Comercio'da dolandık. Zafer takının akşamları ne kadar güzel olduğunu takdir ettik.
+Ne güzel yav burası!
-Evet be, cidden çok güzel duruyor...
-Ben şunun bir fotoğrafını çekeyim!
Yine tripodsuzca düzenek kuruldu. Tam meydanın ortasında yere bağdaş kurmuş bir kız, defterleri, eşyaları üst üste koyarak kadraj ayarlıyor sabit bir platform kurmaya çabalıyordu. Ne uğrunaydı bu çaba, bu yerlerde kıvranışlar. Bunun uğrunaydı:
Lizbon sokaklarında kaybola kaybola bir şekilde hostele döndük. Geceyi geçirdik ve sabah erkenden tekrar Lizbon'u keşfe çıktık. Ben bir akıncı olarak öğrenmiştim en önemli merkezleri, şimdi Desen'e gösterme vaktiydi. Ben de tekrar görerek zihnimde pekiştirecektim bütün o vurulduğum yerleri.
Önce bir kahvaltı yapmaya karar verdik. Ben tavuklu potpie ve kruvasan aldım, desense peynirli kruvasanlar aldı. Sempatikçe şunu bir mikrodalgaya atabilir misiniz ehheeheh diyerek de, peynirini eritmeyi başardı. Zafer Desen'indi. Muhteşem bir kahvaltıya kavuşmuştu.
Kahvaltının ardından, ona kısaca Alfama'yı gösterdim. Tabii ki Miradorlara çıktık. Şehre birer kez daha o güzel tepelerden bakabildim. Lizbon'un en güzel yeri miradorları.
Bir miradora gittiğinizde, sizin fotoğrafınızı çekmesi için güvenebileceğiniz kişiler; fotoğraf makinesiyle gelen turistlerdir. Ama muhtelemen onlar da sizden rica edeceklerdir. Çünkü siz de en nihayetinde fotoğraf makinesi olan bir turistsiniz. Ama yine de çok beklentiye girmeyin, çok güzel bir pozla karşılaşmayacaksnızdır muhtemelen. Ben onları nasıl çekiyorum onlar beni nasıl çekiyorlar ya... :(
Bu miradorların hemen kıyısında bulunan, buranın ünlü pazarı "Free Market"e de uğradık. Burası şehrin bit pazarı, ikinci el ürünler de hediyelik eşyalar da bulabiliyorsunuz. Sahaflar da var. Benimse tek bir amacım vardı: Saramago'nun kendi dilinde bir kitabını almak. Anlamayacaktım ama buradan en güzel hatıra bu olurdu. Uzun uğraşlar sonucu hem de çok ucuz bir kitabını aldım 1 euroya. Free marketse şöyle bir yer:
Bu kez rehber ben olduğum için, etrafa daha dikkatli bakarak dolaşıyordum. Bu da bana Lizbon'da muhteşem grafitilerin olduğunu fark ettirdi. Efsanevi iyi yapıyolar bu insanlar bu işi. Harika yahu, hem de çok orjinal.
Bu da "Hepsi çok güzel, hepsi ağğğ. Hangisiyle çekilmeliyim seçemiyorum, tanrım yardım et!" derken ben.
Tram 28 - Taksimin sarı hali
Bu sarı tramvay bizim güzergahımızda ara ara karşımıza çıktı. Lizbonun en ünlü simgelerinden bu sarı tramvay.
Belem'e doğru
Belem ve Alfama Lizbon'un iki ucu. Alfama kısmı şehrin eski kısmı (old town) iken, Belem'e doğru şehir daha modernleşiyor. Yapılar değişiyor, yollar değişiyor. Asfalt duble yollar görebiliyorsunuz bu güzergahta.
Contemporary art müzeleri var, kocaman kütleler halinde konumlandırılmış. Çok farklı bir dile dönüşüyor şehir. Belem'e gitme nedenimiz tabii bu duble yollar değildi. Burada gidilmesi gereken 3 nokta var.
- "Pasteis de Belem" adlı pastaneden nata pastaları alınacak. Tadımlanacak. Mutluluk midemizde başlayacak.
- Jeronimous Manastırına girilecek. Kocaman manastırın taşıyıcı elemanlarına bakılıp büyülenilecek, üretilen mekan içinde "vay beeeh!" denecek.
- Belem kulesine gidilecek. İçine girilmeyecek. Bakılacak. Bahçesine oturulacak. Fotoğraf çekilecek.
İlk destinasyonla gezimize başladık.
Pasteis de Belem
Bu pastaneye geldiğinizi önündeki bitmek bilmeyen, fizana ulaşan sıradan anlayabilirsiniz. Bu sıra paket servis sırası, içeri geçip oturabilirsiniz de, hatta bunu yapmanızı öneririm. Başta bakınca iç mekan küçük görünüyor ama içerde bir sürü odası var. Kocaman bir pastane, ama kocaman. İç mekan da buranın meşhur seramikleriyle süslenmiş (azulejo). Ayrıca, bu pastaların yapılışını sergiledikleri, pastanenin mutfak kısmını görebildiğiniz cam bir kısım da var.
İçerisi çok güzel kokuyor. O yumuşacık kremanın kokusu, ve çıtır çıtır hamurun yenirken çıkan sesler... Bu pastane çok güzel, buraya gidin. Fiyatları çok yüksek de değil gerçekten. Herhangi bir pastanede bir natanın fiyatı 1 euroyken, burada 1,50 diye hatırlıyorum. Biz altı tane aldık ve üçer üçer paylaştık. Natanın yanında pudra şekeri ve tarçın vermeleri de bir gelenek, başka pastanelerde de bu şekilde servis ediliyor. Paket servisinde de paket halinde yanına koymuşlar. Ben yine de bir tane natayı üstüne hiçbir şey koymadan sade yemenizi tavsiye ediyorum. Ve acilen girişimcilerin bu natayı Türkiye'ye getirmelerini talep ediyorum. Tam bizim damak tadımızıa uygun, yapımı çok zor olmayan, alıp yolda yenebilecek kadar pratik, kendi paketi içinde adeta. Getirin bunu lütfen artık! İnternette gördüğünüz milföyle yapılmış hallerine de aldanmamanızı tavsiye ediyorum. Hamuru milföy değil, turta hamuru da değil. Dağılmıyor, yaprak yaprak ayrılıyor. Ben dönünce baklava yufkasıyla deneyeceğim mesela :P
Jeronimos Manastırı
Bu pastanenin hemen yanı başında bulunan bu manastır kocaman. Yapımına 1495'te başlanmış; bu da ünlü denizci Vasco de Gama'nın kraldan ricası üzerine olmuş. Vasco de Gama'nın mezarı da manastırın içinde bulunuyor. Yapı UNESCO listesinde bulunuyor. Çok yükseğe uzanan kolonları ve tavanı süsleyen kaburgalı tonozlarıyla gerçekten strüktürüne hayran kalıyorsunuz. Tavanı adeta dantel gibi bezenmiş.
Yüksek kolonları da alışılageldik şekilde süslenmiş değil. Bazı kısımlarda eksiklik mi fazlalık mı var yahu diye sorgulatıyor insana.
Beni içerde bıraksanız saatlerce dururdum. Ben öyleyim zaten; böyle yapı olsun, beni içeri koyun, ses etmeyin, saatlerce durayım orada. Desen'in uyarması üzerine artık manastırla vedalaştık. O ihtişamlı mekan atmosferi de Reyhan'ın unutulmayacakları listesinde yerini aldı. İlerleyen günlerde, aylarda, bu liste çok kabaracaktı. Reyhan'ın B12'ye her zamankinden çok ihtiyacı vardı.
Belem Kulesi - Torre de Belem
Jeronimos Manastırı'na yürüyüş mesafesinde olan bu kulenin inşaasına 1515 yılında başlanmış. Savunma amacıyla yapılan kule başlangıçta nehrin ortasında yer alıyormuş. 1700'lerdeki Lizbon depremi sonrasında nehrin yatağı değişmiş, kule de kıyıda kalmış. Mimari özellikleri Gotik ve rönesans arasında bi yerde kalıyor. Bu üslubun adı da Manuelin'miş. Tamamen taş işçiliğinden oluşuyor 4 katlı. Şehrin en önemli simgesi bu olabilir. Tepesine çıtığınızda çok güzel bir Lizbon manzarasıyla karşılaşacağınız söyleniyor ama biz hem vaktimizin hem paramızın olmaması nedeniyle, ayrıca önceki gün Sintra'daki tur rehberimin de girmememi öğütlediği için, içine girmedik. Zaten dış görünüşü, oluşturduğu silüet çok şiirsel ve dramatik. Bulunduğunuz her farklı açıdan farklı güzel anlara şahitlik yapabiliyorsunuz.
Burada fazla oyalanmıştık. Niye yaptık ki bunu? Belem kulesinden sonra Porto'ya giden otobüsümüze binecektik, ve arada toplu taşıma kullanmayı planlıyorduk. Lizbon'un toplu taşıması Madrid'deki kadar rahat ve kullanışlı değil. Bizse Madrid'e çok alışmışız. En yakın otobüs ya da tramvay durağı bile çok uzaktı. Bir yandan otobüs kaçırma korkusu, bir yandan da durak bulma arayışı arasında sıkışıp kalmışken; Lizbon'u İstanbul'dan ayıran nadir özelliklerden biri geldi aklımıza. UBER!
Uber'den çağırdığımız araç bizi güzelce aldı, zamanında durağa yetiştirdi. Buna kişi başı 4 euro vermek durumunda kaldık. Şimdi düşünüyorum 3 kişi olsaydık demek ki Uberle seyahat etmek toplu taşımadan daha ucuz olacakmış. İşe bak!!!
Lizbon bitmişti. 2 günde Lizbon'un altını üstüne getirmiştim. Yine de bir sürü gidilecek yer kalmıştı geriye. Ki Portekiz batı Avrupa'nın en ucuza gezebileceğiniz yeri olabilir, kuvvetle muhtemel.
Daha varlıklı olacağım günlerde görüşmek üzere Lizbon!
Fotoğraf galerisi
Kendine ait Erasmus blogunun olmasını ister misin?
Yurtdışında yaşamayı tecrübe ediyorsan, tutkulu bir gezginsen veya yaşadığın şehri tanıtmak istiyorsan... kendi blogunu oluştur ve maceralarını paylaş!
Erasmus blogumu oluşturmak istiyorum! →
Yorumlar (0 yorum)